PRIMUM NON NOCERE
Tıpta ilk öğretilen kural budur. Anlamı “önce zarar verme”. Hekimler olarak ne yaparsak yapalım önceliğimiz her zaman hastayı olduğundan daha kötü bir duruma getirmemek.
Bence bu kural hasta yakınları için de işlemeli. Özellikle kanser tanısı almış hastalar bazen en yakınlarındaki insanların çoğunlukla iyi niyetle söyledikleri ya da yaptıklarından çok fazla zarar görebiliyor.
Hasta açısından kanser olduğunu duymak neredeyse “öleceksin” lafı ile eşdeğer gibi algılanıyor. Kalben bunun tedavi edilebilecek bir hastalık olduğuna inanmak istiyorlar. Diğer yandan üzüntü, kaygı ve korku bu inancı sallamaya başlıyor. Özellikle, anne olan kadınların ağlamaya başladıktan sonra ilk söyledikleri “Sadece evlatlarımı düşünüyorum. Bana bir şey olursa onlara kim bakar?” cümlesi.
İlk şok dalgası atlatıldıktan sonra ameliyat, planlanan diğer tetkikler ve olası durumlar hakkında konuşmaya başlayabiliyoruz. Takip eden sorular genellikle “Kemoterapi alacak mıyım?” ve “Saçım dökülecek mi?”
Bu süreçte hasta ve yakınları da söylenenleri anlamak ve anlamlandırmakta sıkıntı yaşıyor. Sindirmek için zamana ihtiyaç duyuyorlar. Görüşmenin içeriği, tedavi sürecinin nasıl olacağı, almamız gereken kararlar değil konu komşunun dedikleri, internette okudukları yorumlar, aile ve dost sohbetlerinde anlatılan “-mış”lı “-miş”li hikayeler, gerçek ve mutlak olarak kabul edilen felaket senaryolarıyla şekilleniyor. Çoğu zaman bunları hastaların aklından silmek, morallerini yükseltip, tedavi olabilecekleri inancını aşılamak, kanseri tedavi etmekten çok daha zor.
Kanser tanısı almak ve tedavi süreci hastayı psikolojik ve fiziksel açıdan yeterince zorlayıcı bir durum. İyi niyet adı altında söylenen sözler bazen hastanın tek dayanağı olup hayata tutunmasını sağlarken, küçücük bir söz veya bakış tahmin bile edemeyeceğiniz kadar moral bozucu olabiliyor. Bazen fark etmediğiniz şeylere çok sinirleniyorlar. Yıllar geçtikçe, hastaları daha iyi anlıyorum. Hatta çoğu zaman onların duygularını paylaşıyor, bazı şeylere onlar kadar sinir oluyorum.
Buyurun size hastanın boynuna takılan ve taşıması ağır olan incilerden bir demet:
“Benim falanca arkadaşım, akrabam, komşumda da kanser vardı. …….. Sonra öldü. Ama Allah’ın izniyle sen iyi olacaksın.”
Bu cümle listemde bir numara. Bunu duyan hasta nasıl hisseder? Böyle bir benzeşim telaşı ya da içinden geçeni ve korktuğunu akıl süzgecinden geçirmeden ağızdan salıverme hastayı nasıl etkiler? Ben söyleyeyim. Kaygıyı ve ölüm korkusunu katlar. Eğer sonu iyi bitmiyorsa bu hikayelere lütfen hiç başlamayın. Siz unutursunuz ama bunlar hastanın aklının bir köşesinde hep kalır.
“Keşke şunu yapsaydın, bunu yeseydin. O zaman belki kanser olmazdın”.
“Ailende de yok aslında. Neden oldu acaba?”
“Yeterince uzun süre emzirseydin meme kanseri olmazdın.”
Kanser cinsiyet, ırk, yaş ve sosyal statü seçmiyor. Ne yapılırsa yapılsın, ne kadar sağlıklı beslenilirse beslenilsin kanser olmayacağınızın garantisi yok. Dünyada bire bir kanser ile ilişkili olduğu ispatlanan çok az sayıda madde var (ör: sigara ve akciğer kanseri). Bu nedenle, hastanın kendini sorgulamasına ve pişmanlık hissetmesine neden olmanın ne hastaya ne de tedaviye katkısı yok. Zaten hemen her hasta kanser tanısı aldığını öğrendiğinde kendi kendine muhasebe yapmaya başlıyor. “Ben neyi yanlış yaptım?” “Bu neden başıma geldi?” Hasta bu sorularına cevap ararken gerekçe üreterek senaryo yazmak onun kendi kendini suçlamasından başka bir işe yaramıyor.
“Falanca ot, filanca bitki kanseri tedavi ediyormuş. Bence kullan.”
“Ameliyat olursan kanserin çok çabuk yayılır. Filanca öyle oldu. Ameliyat oldu, altı ay sonra kanser her yerine sıçradı.”
“Kemoterapi ilaç şirketlerinin oyunu. Para kazanmak için hastalar tedavi olsun istemiyorlar.”
“Kemoterapi dediğin şey zehirdir. Seni çok kötü yapacak.”
“Bizim köyde bir hoca var…… yaparak bir sürü kanser hastasını iyileştirdi. Boş ver ilaçları. Seni ona götürelim.”
Biliyorum, hasta için siz de en iyisini istiyorsunuz ama ona yardım etmenin yolu bu değil. Hiçbir bitki, içecek, karışım kanseri tedavi etmez. Hacılar, hocalar kanseri iyileştiremez. Biliyorum çünkü kendileri de hasta olduklarında koşa koşa doktora gidiyorlar.
Doktorlar hastaları daha kötü olsun diye ameliyat etmez, kemoterapiyi para kazanmak için vermez. Hiçbir hekim hastasının kötülüğünü istemez. Biz hekimlerin en büyük mutluluğu ve tatmin kaynağı hastalarımızın iyileşmesi. Hedefimiz her zaman hastanın tamamen kanserden arınması. Ne yazık ki bazen bu mümkün olmuyor. O zaman da hastanın yaşam kalitesini artırmak ve ömrünü olabildiğince uzatmak için eldeki bütün imkanları kullanıyoruz.
“Ben senin yerinde olsaydım,……… yapardım”.
Siz – şükredin ki- o hastanın yerinde değilsiniz. Her hastanın kanserle mücadele ederken hissettikleri, yaşadıkları, düşündükleri kendine özgü. Her hastanın genetiği, vücudu, vücudunun ilaçlara tepkisi farklı. Bir şeyi hayal etmeye çalışmakla deneyimlemek çok farklı şeyler. Bu nedenle özellikle hasta sizin fikrinizi öğrenmek istemiyorsa bu tarz yorumlardan uzak durun.
“Saçını kafana takma. Dökülsün varsın. Sadece kıl değil mi? Nasıl olsa uzar.”
Mantık olarak bakıldığında doğru bir yaklaşım. Saç dediğimiz şey sadece tepemizdeki bir avuç kıldan ibaret. Hekim olarak ben de böyle düşünüyorum. Aklımla, hastanın sağlığının ve hayatının geçici olan bir fiziksel görüntüden kat kat önemli ve üstün olduğunu biliyorum. Ama kalbimle, saçın anlamının hastanın gözünde bundan çok daha fazla olduğunu anlıyorum. Hastalar, saçları tutamlar halinde döküldüğünde kanser bir kez daha onların yüzüne vurmuş gibi hissediyor. Aynada kendilerine bakmaktan, toplum içine çıkmaktan kaçıyor. Bazıları kellikle ölümü özdeşleştiriyor. Kimi de bu durumu kendi özellerine sakladıkları hastalıklarının dünyaya ilanıymış gibi görüyor. Kendilerine acıyarak bakılmasından, ne kanseri olduklarının sorulmasından rahatsız oluyor. Bunu olgunlukla karşılayan hastalar bile itiraf ettiklerinden daha fazla etkileniyorlar. İyi ki bu geçici bir durum ve saçları daha sağlıklı daha güzel şekilde uzadığında bu düşünceler yerini mutluluğa bırakıyor.